İnce bir zevkle

Hicranlı bir şekilde sustu ve bir süre öylece kalakaldı. Gözlerinden süzülen yaşlar yanaklarından göğsüne aktı. “Onun adına görüşebileceğim bir yakını var mı acaba?” diye sordu. Hayır, oğlu Selim Bey… “Öyleyse Selim Beyle görüşebilir miyim?” diye sordu ve titrek bir sesle sordu. İnsanda saygı uyandıran bu saygıdeğer adama, görevli hanım, “Selim Bey oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün olmuyor; ama ben yine de kendisine bir haber vereyim” dedi ve telefonu aldı. Sonra, “Efendim, kim diyelim?” diye sordu. Kızım, kendimi ona tanıtmak istiyorum.Sekreter dahili telefonu çevirerek cevap verdi. Daha sonra, “Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen beni takip edin” dedi.”dedi. Merdivenden birlikte çıktılar.

İnce bir zevkle dekore edilmiş geniş bir salondan geçtiler ve büyük bir kapının önünde durdular. Sekreter kapıyı açtı ve onlara ‘Buyurun!’ dedi. Ayrıca içeri girdi. Ayakta bekleyen gence doğru hızlı bir şekilde yürüdü ve elini uzatarak, “Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir” dedi.”dedi. Benim adım Selim Cebeci. Lütfen oturun.Genç iş adamı, Mehmet Bey, gösterilen yere oturur oturmaz, “Yirmi üç yıl, tam yirmi üç yıl…” dedi. Zamanında burs vererek okumama yardımcı olan kişinin elini öpmek için bu fırsatı bekliyordum.Dudakları titredi ve gözleri doldu. Bununla birlikte, o büyük insanın elini öpmek nasip olmadı, bunun için ne kadar üzgünüm anlatamam.Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü ve “En azından o büyük insanın oğlunun elini sıkmaktan da bahtiyarım” dedi.Selim Bey, misafirin söylediklerini duyunca yerinden fırladı ve kulaklarına inanamadı. Cümleleri hayret nidaları gibi dizildi ve “Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir mi?” diye sordu.Profesör, delikanlının heyecanını anlayamadı ve başıyla “Evet” dedi. Bunun üzerine Selim Beyin gözleri coştu. Babamla uzun süredir sizi aradık ama bulamadık.”dedi. “Sizi karşıma Allah çıkardı” dedi ve candan bir dost gibi elini tuttu ve profesörün yanına geldi.”dedi.

Profesör, uzun yıllar beni mi aradınız? Peki ama neden? diye sordu. Gülen gözlerle profesöre baktı ve “Bizdeki emanetinizi vermek için…” dedi.Profesörün şaşkınlığı arttıkça arttı. “Emanet mi?” diye sordu. Telefona cevap vermeden Selim Bey yerine geçti. “Gelebilir misiniz?” diye sordu ve telefonu kapattı. Mehmet Bey şaşkın bir şekilde Selim Beye bakarken kapı çalındı ve iyi giyimli bir adam odaya girdi. Selim Bey ona yanına gelmesini söyledi ve kulağına bir şeyler fısıldadı. Gelen kişi bir şey söylemeden geldiği kapıya doğru ilerledi. Selim Bey çıkarken misafiriyle keyifli bir sohbete başladı. Sohbetleri daha da koyulaştıkça, Hasret’in yüzündeki şaşkınlık, kırk yıllık ahbapların yeniden bir araya geldiği heyecan, içtenlik ve güvene dönüşmüştü. Mehmet Bey, yurt dışında okuduğu, araştırma yaptığı ve her yıl artan memleket hasretinden bahsetti. Duvardaki Nazif Beyin portresini gösterdikten sonra, “Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum” dedi.”dedi. Yalnızca maddi yardım sağlamakla kalmayıp, manen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt dışında eğitim alırken hata yapmaya her yeltendiğimde hayalen yanımdaydı. Bunun için sana burs vermedim.”Bana doğru yol göster” dedi. Her namazımda kendisine dua ediyorum.Nazif Beyin duvardaki fotoğrafına baktı. Daha sonra portrenin altındaki ilk anda anlamadığı başka bir tabloya baktı. Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve bazı yerleri tamir görmüş oldukça eski bir çift çorap duruyordu. Biraz daha dikkatli baktığında, çerçevenin birkaç cümleden oluştuğunu gördü: “Bir süre zeytin yiyeceğiz, sonra…Selim Bey başını ona çevirdi, ancak aklı tabloda kalmıştı. Selim Beye cevap verirken yine tabloya baktı. Birinci cümledeki gibi, ikinci cümle üç nokta ile bitti: “Bir süre sabredeceğiz, sonra…”İyice ilgisini çekti. Bu ilk görüşmeleri olmasaydı, yanına gidip Tabloyu kapsamlı bir şekilde inceleyebilecekti; ancak bunun uygun olmadığını düşündü ve sadece sohbet arasında merakını gidermeye çalışıyordu. Ancak her seferinde biraz daha artan bir ilgi duyuyordu. “Bir süre yürüyeceğiz, sonra…” cümlesi üçüncü cümlede yer alıyor ve altta benzer cümleler daha sıralanıyordu. Artık her zaman tablodaydı. Sonunda dayanamayarak, “Selim Bey merakımı mazur görün” dedi. Bu tabloya anlam veremedim.”dedi. Selim Bey, kendisine has bir gülüşle misafirine baktı ve derin bir nefes alarak, “Malumunuz, babam varlıklı bir insandı.” Hayatımız çok iyiydi. Her şeyimizi kaybettik. O zenginliğin hiçbir şeyi kalmadı. Köşkümüzdeki hizmetçiler de ayrıldılar. Yemekleri annem yaptı. Hatırlıyorum, bir sabah kahvaltıya sadece zeytin koydu. Yalnızca zeytin, o zengin kahvaltılarımıza bedel… “Başka bir şey yok mu?” diye sordum şaşkınlıkla. Bu soruyu sordukça annemin ağlaması gözümün önünden hiç gitmiyor. Babam, annemin ağlayışı sırasında, “Bir süre zeytin yiyeceğiz, sonra…” dedi ve durdu, güçlü bakışlarını üzerimizde gezdirdi ve “Alışacağız” dedi.”dedi.” İştahlı bir şekilde bir zeytin aldı ve ağzına attı. Birkaç gün sonra haciz memurları köşkümüzü de aldı. Kenar bir mahallede küçük ve yaşlı bir eve yerleştik. Ayrıca, gerçekten önemli olan hiçbir şeyimiz yoktu. Annem öfkeli bir şekilde, “Bu evde hiçbir şey yok! Burada nasıl yaşayacağız?” diye konuştu.”Hayır” diye bağırdı. Babam, “Bir süre sabredeceğiz, sonra alışacağız” dedi.Özel eğitim kurumundan ayrıldıktan sonra devlet eğitim kurumuna kaydoldum. Sabah okula servise gitmek için uyandığımda babam elimden tuttu ve “Bu ilk günün okula beraber gideceğiz” dedi.”dedi. Yola çıkmaya başladık. Okul bana çok uzak geldiğinden, yorgun ve geride kaldığımı hatırlıyorum. Kimse babamın kafasında ne düşündüğünü bilmiyor. Geride kaldığımı bilmiyordu. Bunun farkına vardıktan sonra bana döndü. İğrenç bakışlarımı yüzüne çevirdim. Bana üzülerek baktıktan sonra yanıma geldi. Bir şey söylemesine fırsat vermeden, kızgın ve nazlı bir şekilde, ‘Yoruldum’ dedi.”dedim.” Babam sakince, “Bir süre yürüyeceğiz, sonra alışacağız” dedi.”dedi. Her sabah erken kalkıp geç saatlerde dönüyordu babam. Döndüğünde küçük bir odaya çekilir ve zaman zaman saatlerce orada kalırdı. Çoğu zaman gözyaşları içinde buradan ayrılıyordu. Babamın küçük odasına bir gün meraklı bir şekilde girdim. Yerde bir seccade ve tespih vardı. Duvarda Arapça bir cümlenin altında “Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir” yazıyordu.Babamın dediği gibi oldu, zorluklara rağmen zamanla alıştık. Yıllar boyunca bu durum devam etti. Bir gün babam eve tamamen farklı bir yüzle geldi. Yüzü ağlamaktaydı. Her birimize bir hediye paketi gönderdi. Köşkten ayrıldığımız günden beri eve gelen ilk paketti. Bizi bir araya getirdi. “Bugün benim için ne anlama geliyor biliyor musunuz?” diye sordu, kelimeleri boğazına düğümlendi ve gözlerinden yaşlar akıyordu. Bir şeyler söylemek zorunda kaldı. Kendisi de bir koltuğa oturdu ve her birimize ayrı ayrı hediyeler verdi. Cebinden gazeteyi çıkardı. O anda da ağladı. Babama şaşkınlıkla bakıyorduk. Gazeteyi açtıktan sonra yeni çorapları çıkardı. Babam, bu gözyaşlarıyla bir çift çorabın alâkasını kurmaya çalışırken beklenmedik bir şey yaptı. Çorabı burnuna koydu ve kokladı. Hıçkırarak ağlamaya başladı. Hepimiz şok olmuştuk ve konuşmadan bekledik. Babam nihayet kendisini topladı ve “Bir zamanlar büyük bir borcun altına girmiştim.” Borçlarımı ödemek için yeniden çalışmaya başladığımda, “Bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır” diye düşündüm. Onların değerini göz ardı ederek ayağıma bir çorap almak bile haram olsun.”dedim”. Allah’ın yardımıyla bugün borcumu ödedim. Kimseye tek bir kuruş borcum kalmadı.”dedi. Daha sonra gözyaşları içinde yeni çoraplarını giydi ve ayağındaki çorapları çıkardı. Ben de o eski çorapları bir ibret sembolü olarak ve aziz bir baba yadigârı olarak sakladım. Her gün bu çoraplar bana diyor ki: “Paralarını ödeyinceye kadar bütün kazancım alacaklılarının hakkıdır.”diyor. Nemlenen gözlerini kuruladı ve duvardaki siyah-beyaz fotoğrafa hayran hayran baktı. Sonra bakışları bilinmez âlemlere daldı. Selim Bey, babanız sandığımdan daha büyükmüş. Öyle zengin bir hayattan sonra anlattığınız gibi bir durumda olsaydım, muhtemelen çıldırırdım. “Siz ne yapardınız?” diye sordu ve Selime döndü. Kendisine has tebessümüyle Selim Bey, ‘Bir süre zeytin yerdim, sonra…’ dedi ve gülümsedi. Kapı o anda çalındı ve biraz önceki adam elinde bir kutuyla içeri girdi. Beyin masasından kutuyu aldım ve çıktım. Selim Bey yerinden kalkıp kutuyu Mehmet Beye verdi. Yıllarca size vermek istediğimiz emanetiniz size geliyor.”dedi. Mehmet, bilinmeyen bir duyguyla kutuyu açtı. Kadife bir kese içeriyordu. Ürünü açıp içini kutuya doldurduktan sonra ilgisi iyiden iyiye arttı. Birkaç cumhuriyet altını ve bir not ortaya çıktı. Hassas bir şekilde katlanmış kâğıdı Mehmet Bey açıp okumaya başladı. Sevgili Mehmet Bey, oğlum, bazen istediğimizi yaparız, bazen de mecbur olduğumuzu yaparız. Taahhüt etmiştim ki eğitiminiz boyunca burs vereceğim. Bununla birlikte, eğitiminizin son altı ayında size burs verme fırsatı bulamadım. Bir süre sonra tekrar imkanlarıma kavuştum, ancak bu sefer de size ulaşamadım. Bu nedenle size borçlu kaldım. Gözyaşları ve ızdırapla böyle bir borcu ödemek mümkün olsaydı, bu borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. Sevgili oğlum, bu altı aylık süre boyunca bursunu verememenin acısıyla geceleri ağladım. Bursunuzun tarihindeki değerini altına çevirdim. Bu değerli altınlar sizindir. Bunları size verdiğimde tüm borçlarımı ödemiş olacağım. Nazif Cebeci, sevgilerimi sunuyorum. Mehmet Bey şaşırdı. Bu büyük insanın büyüklüğü karşısında küçük bir çocuk gibi yalnızca ağladı. Selahattin Bey de oldukça duygulanmıştı. Yanaklarından da yaşlar süzülüyordu. Bir ara, yaşlı gözleriyle babasının siyah-beyaz portresine baktı. Yıllarca kendisine hüzünle bakan gözleri, şimdi sevinçle bakıyor gibiydi. Peki sizin durumunuzda ne yapardınız? Zeytinle uzun süre yaşayabilir miydiniz? İnsanlar uzun yazıları sevmez ama bu güzel hikayeyi okuyanlar bir yorum yapabilir mi?

Bilgi: Klavye yön tuşlarını kullanarak galeri resimleri arasında geçiş yapabilirsiniz.
BU RESMİ SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ